Deprem – Neden İbret Almıyoruz?

Necati Koçkesen Hoca’dan çok önemli nasihatler. Okumanızı öneririm. Bold ve büyük harflerle yapılan vurgular bana ait.

— Alıntı Başı —

NEDEN İBRET ALMIYORUZ?

Bu dünyanın bir imtihan dünyası, mihnet ve meşakket yeri olduğunu hep söyleriz. Söyleriz söylemesinede, belâ ve musibetler geldiğinde o belâ ve musibetlerin neden gelmiş olabileceğini düşünerek küfürlerimiz, şirklerimiz, hatalarımız, günahlarımız ve isyanlarımızla hiç yüzleşmeyiz. Her belâ ve musibet kâfire ve Müslümanların günahkârlarına hem cezâ hem ders çıkarılacak bir ibret olarak gelmesine rağmen, kâfir ve müşrikler Allah’ın gücünü gördükleri halde (o belâ ve musibetlerin kalkmasından sonra) ne küfürlerinden ne de şirklerinden vazgeçmiyorlar. Müslümanların günahkârları da belâ ve musibetlerle karşı karşıya kaldıklarında Allah’a yalvarıyorlar, “Allah’ım yardım et!” diyorlar, “Allah’tan geldi ne yapalım”, diyorlar ama bir adım ötesine gidipte, Allah’tan geldi de neden geldi? Acebâ bizim isyanlarımız ve günahlarımız sebebi ile mi geldi? Eğer evetse, hangi günah ve taşkınlıklarımız sebebi ile geldi?” deyip günahlarını hatırlayıp tevbe ederek kendilerini düzeltme yollarına gitmiyorlar. Belâ ve musibetlerden kurtulduklarında ve yine rahata erdiklerinde aynı eski hayatlarına dönüyorlar. Aynı haramları işlemeye, aynı taşkınlıklarda bulunmaya devam ediyorlar. Halbuki aşağıdaki ayeti belki hergün belki yılda bir iki defa okuruz:

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِؕ وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَۙ

“Andolsun ki sizleri biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve meyvelerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara; 155)

Evet, Allah bizler güvende iken bazen üzerimize düşman göndererek veya çeşitli âfetlerle bizi korkutarak imtihan eder, bazen bollukta olduğumuz bir zamanda kıtlık vererek açlıkla imtihan eder, bazen de işte böyle depremlerle mallarımızdan, canlarımızdan meyvelerimizden eksiltmekle imtihan eder. Fakat âyetin sonu “Sabredenleri müjdele!” diyerek bitiyor.

Peki sabır nasıl gösterilecek? Bunu da yüce Allah yine kendisi cevaplıyor ve buyuruyor ki:

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اسْتَعٖينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِؕ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ

“Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerin yanındadır.” (Bakara; 153)

Bu âyet bize belâ ve musibet anlarında şöyle yapmamızı tavsiye ediyor; belâ ve musibetlerle karşı karşıya geldiğimizde önce sünnete uygun bir abdest alacağız, sonra güzelce iki veya dört veya daha fazla rek’at namaz kılarak günahlarımızdan af dileyeceğiz, sonra da isyan etmeden, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna îman ederek sabredeceğiz ve o belâ ve musibetleri kaldırması için yine Allah’a ilticâ edeceğiz ve diyeceğiz ki:

“Yâ Rabbi, eğer bu belâ ve musibetleri sana karşı işlediğimiz günahlardan, taşkınlıklarımızdan dolayı vermiş isen affını diliyoruz. Günahlarımız için tevbe ediyoruz. Yâ Rab, günahlarımızın ve isyanlarımızın farkına vardık, bu günah ve isyanlarımızla seni ne kadar gadaplandırdığımızı gördük. Allah’ım, bundan sonra aynı günahları işlememek için gayret sarfedecek ve sâlihlerden olmaya çalışacağız. Yâ Rab, bu belâyı veren sensin kaldıracak olan da sensin. Bize sabretme gücü ver ve bu belâ ve musibetlerden kurtulmamız için bize yardım et!”

İşte böyle teslimiyet gösterenleri Allah bizlere şöyle resmediyor:

اَلَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَؕ

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler.” (Bakara; 156)

Peki, belâ ve musibetler geldiğinde günahlardan tevbe edip isyan etmeden sabredilirse ve yine Allah’a ilticâ edilirse ne olur? O zaman musîbetler rahmete, cezâlar da mağfirete dönüşür. Tıpkı şu âyette belirtildiği gibi:

اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ

“İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (Bakara; 157)

Bu âyetlerden şunu anlıyoruz ki, başımıza gelen her musibetten sonra, Allah’tan o musibetlerin kalkmasını istemeden önce evvelâ o güne kadar işlemiş olduğumuz günahlarımızdan döneceğiz, tevbe edeceğiz, sonra da Allah’tan istenilmesi gerekenleri isteyeceğiz. Bunun böyle olması gerektiğini şu âyet bize gayet açık bir şekilde beyan ediyor:

وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا فٖٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ

“(Başlarına gelen sıkıntılarda) sadece şöyle söylemekle yetindiler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde var olan aşırılıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı sabit kıl! Kâfirler topluluğuna karşı bize yardımcı ol.” (Âl-i İmran: 147)

Unutmayalım ki, Allah bu âyetleri ile (bu belâ ve musibetleri ile) kullarına hem ceza verir hem onları îkaz eder hem de günahlarının farkına vararak tevbe etmelerini ister. Eğer onlar bu belâ ve musibetlerden alınması gereken dersleri alır Allah’a rucû ederlerse, Allah onları affeder, onlara belki daha hayırlısını verir. Nitekim Kur’an’da Eyyüb aleyhisselamın kıssası bunun için anlatılır. O, çok şiddetli hastalıklara müptela olmasına, bütün malını ve evlatlarını kaybetmesine rağmen sabretmiş, Allah’ı hamdetmeye ve O’na şükretmeye devam etmişti. Allah da bunun sonucunda onun hastalıklarına şifâ verdiği gibi bütün malını ve ehlini de bir misli ile ona iâde etmişti. Şu âyet bunu anlatmaktadır:

فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهٖ مِنْ ضُرٍّ وَاٰتَيْنَاهُ اَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَذِكْرٰى لِلْعَابِدٖينَ

“Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hâtırâ olmak üzere O’nun duâsını kabûl ettik. Kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve O’na âile efrâdını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (el-Enbiyâ, 84)

Bilelim ki, Kur’an’da anlatılan kıssalar sırf hikâye olsun diye anlatılmaz. İster Firavun ve Nemrut gibi kâfirlerin kıssaları olsun ister Eyyüb, İbrâhim ve daha nice peygamberlerin kıssaları olsun, ibret alınsın ve ders çıkarılsın, kâfirler ve tâgutlar küfür ve tuğyanlarından vazgeçsinler, mü’minler de hem onlardan hem de peygamberlerin kıssalarından dersler çıkarsınlar da küfre ve tuğyana sapmasınlar, peygamberler gibi sabretsinler ve onlar gibi Allah’a kulluğa devam etsinler.

Peki, belâ ve musibetlerden yeteri kadar dersler çıkarıp kendimizi düzeltiyor muyuz? Bu soruya maalesef olumlu bir cevap veremiyoruz. Belâ ve musibete uğratılanlardan belki birkaçı dersler çıkarıyorlardır ama insanların geneli maalesef bu durumda değildirler. Nice insan ne günahlarını ne Allah’ı hiç aklına getirmiyor da sebeplerle uğraşıyor. Yani şu olmasaydı şu olmazdı, diyorlar. Peki o sebepleri yaratan kim? Sebepleri görüp de müsebbibi görmezsek olur mu? Dikkat edilirse koca koca profesörler şurda şu kadar fay var, burda şu kadar fay kırılabilir diyorlar da Allah’ı hiç akıllarına getirmiyorlar (Blogcunun notu: çünkü günümüz bilim insanlarının çoğunluğu “bilim dinine” mensup, akla ve bilime tapan, Dünya’yı yöneten satanist elitler çetesi Kabal’a bilerek ya da bilmeden hizmet etmekte olan, bilim putperesti ateistlerdir). O fayları oluşturanın da, vakti, saati ve saniyesi geldiğinde o fayları kıranın da Allah olduğunu, Allah’ın her şeye gücünün yeteceğini ve her işinin de bir hikmete binâen olduğunu hiç görmüyorlar.

Unutmayalım, belâ musibet ânında Allah’a dua eder ondan yardım istersek ve fakat belâ ve musibetlerden kurtulduğumuzda yine eski halimize dönersek bilelim ki belâ ve musibetlerin daha şiddetlileri gelecek, daha fazla yakacak, yıkacak, öldürecek ve helak edecektir. Nitekim Gölcük depremi oldu hiç ibret almadık. O bölgedekiler depremden önceki durumlarında olduğu gibi haddi aşmaya, küfür, nifak ve şirklerinde devam etmeye, mü’minlerin günahkarları da günah işlemeye, haram helal demeyip kazanmaya ve yemeye, bir sürü fısk işleyerek eğlenmeye, kul haklarını gasp etmeye devam ediyorlar. Adapazarı depreminde öyle oldu, Düzce depreminde öyle oldu, Van depreminde öyle oldu, Elazığ depreminde de öyle oldu. Şimdi bu depremler de böyle olmasın.

Alınması gereken dersleri alalım ve kendimizi düzeltelim. KÜFÜRDEN, ŞİRKTEN UZAK DURALIM. TAĞUTLARI ve TÂĞUTİ DÜZENLERİ DESTEKLEMEKTEN VAZGEÇELİM. Bu dünyanın geçici olduğunu, gerçek hayatımızın öbür tarafta olacağını aklımızdan çıkarmayalım ve Allah’a hakkıyla kulluk yapalım. Şâyet böyle yapmazsak belâ ve musibetlerin daha büyükleri gelecek ve onlar belki de kazıyıcı olacak, toptan helak edecektir.

Allah bizleri basiret sahibi olanlardan, günah ve isyanlarının farkına varıp onlardan rucû edenlerden eylesin.

—Alıntı Sonu—

Allahumme amin, allahumme amin, allahumme amin velhamdulillahi Rabbil alemin.

Depremde Ölenler Şehit Midir? (Video İçerir)

10 dakikalık video’dan bir kısım:

“Demokrasiyi, laikliği, Atatürk ilke ve inkılaplarını benimseyen, bunları savunan; Allah Teâlâ’nın hükmüne aykırı herhangi bir hükmün, kanunun Allah’ın hükmünden daha güzel ve daha üstün olduğuna, bu çağa daha uygun olduğuna inananlar; liberaller, laikler, kemalistler bunlar hiç şüphesiz kâfirdirler. Namazı terk etmiş kişiler de kâfirdir.” 

Elbette, bu inkârcı kişilerin şehit olması söz konusu bile olamaz.

Kandiller Bidattır ve Her Bidat Ateştedir

Kandiller üzerine ilmi ve tarihi açıdan inceleme yapılan detaylı bir makaleyi paylaşıyorum.

—Alıntı Başı—

KANDİL GECELERİ

Ülkemizde kandil geceleri diye bilinen geceler takvim sıralamasına göre; Rebiulevvel ayının 12. gecesi Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi Regâip, yine Recep ayının 27. gecesi Mirac, Şaban ayının 15. gecesi Berat ve Ramazan ayının 27. gecesi olan Kadir gecesidir.

Bu geceler Osmanlılar döneminde II. Selim (1566-1574) zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır. [Nebi Bozkurt, “Kandil”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c: 24, s: 300.]

Bu çalışmada kandillerin tarihi ile ilgili bilgi verilip dinimizin bunlara bakışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

1. Kadir Gecesi

Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sûre bulunmaktadır. Bu sûrede Allah Teala, Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdiğini ve bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Bakara suresinin 185. ayetinde de Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiği beyan edildiği için Kadir gecesinin Ramazan ayında bulunduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Fakat bunun Ramazanın 27. gecesi olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında Hz. Peygamber’in mü’minlere tavsiyesi, Kadir gecesini Ramazanın son on gününde ve özellikle de tek gecelerinde aramaları şeklinde olmuştur. [Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 2, 3, İtikâf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213, (1167)] Buna göre Kadir gecesi Ramazanın yirmi bir, yirmi üç, yirmi beş, yirmi yedi veya yirmi dokuzuncu gecelerinden herhangi biri olabilir. Yani Kadir gecesi, zamanımızda Müslümanlarca ihya edilmeye çalışıldığı gibi herkesçe bilinen sabit bir gece olmayıp, aksine gizlenmiştir. Konuyla ilgili sahih rivayetlerden anlaşıldığına göre Resûlullâh dahi Kadir gecesinin Ramazanın kaçıncı gecesi olduğunu bilmiyordu!

Kadir gecesinin değerlendirilmesi/ihyası ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den bir dua haricinde herhangi ibadet tavsiye edilmemiştir. Fakat Aişe radıyallâhu anhâ’nın bildirdiğine göre Resûlullâh, Ramazan ayında diğer aylardan daha çok ibadet ederdi. Son on günde ise ibadetlerini biraz daha artırır, geceleri ihya eder, ailesini de geceyi ihya etmeleri için uyandırırdı. [Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 5, Müslim, Îtikâf 8, (1175); Ebu Dâvûd, Salât, 318; Tirmizî, Savm, 73; Nesâî, Kıyâmu’ l-Leyl, 17]

Bir gün Hz. Âişe, Resûlullâh’a: “Ey Allah’ın elçisi! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu anlarsam o gece nasıl dua edeyim? ” diye sormuş, O da: “Şu duayı oku” buyurmuştur:

اَللّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي

“Allahım! Sen affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.” [Tirmizî, Daavât, 84]

2. Berat Gecesi / Kandili

Berat “kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması” anlamına gelen Arapça berâe-berâet kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Şaban ayının on beşinci gecesinde Müslümanların Allah’ın affı ve bağışlaması ile günah yükünden kurtulacağı ümit edilerek bu geceye Berat gecesi denilmiştir. [Halit Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, İstanbul, 1992, c: 5, s: 475.]

Berat gecesinin fazileti ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den nakledildiği bildirilen birkaç rivayet bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesinde Allah’ın bu gecede dünya semasına tecelli edeceği, Kelb kabilesinin koyunlarının kılları adedince (çokluk belirtmek için kullanılmış bir ifade) insanı bağışlayacağı ve kendisine edilen tüm duaları kabul edeceği anlatılmaktadır. [Tirmizî, Savm, 39; İbn Mâce, İkâmet, 191] Fakat bu rivayete kitabında yer veren İmam Tirmizî (ö. 279/892) ve onun hocası İmam Buhârî (ö. 256/870) başta olmak üzere birçok âlim, bu hadislerin rivayet zincirlerinde problem bulunduğunu, dolayısıyla hadislerin zayıf olduğunu ve bunlarla amel edilemeyeceğini belirtmişlerdir. [Tirmizî’nin Savm, 39’da bu hadisten sonra yer alan açıklaması ile Muhammed Fuad Abdulbaki’nin İbn Mâce, İkâmet 191’de yer alan açıklamaları]

Berat gecesinin faziletine dair Sünen-i İbn Mâce’de geçen iki rivayet daha bulunmaktadır. [İbn Mâce, İkâmet, 191] Hadis âlimleri o rivayetlerin de “zayıf” olduğunu belirtmişlerdir. [Muhammed Fuad Abdulbaki’nin İbn Mâce, İkâmet 191’de yer alan açıklamaları.]

Müfessirlerden Ebû Bekir İbnu’l-Arabî (ö. 543/1148) bu gecenin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemiştir. [Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2. Bs., y.y., 1968, c: 4, s: 1678 (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri)]

Gerçekten de Hz. Peygamber’in ve sahabe-i kiramın mescitlerde bu geceyi ihya etmek için toplandıkları, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir.

Bazıları Duhân sûresinde geçen: “O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/4-5)ayetlerine bakarak o gecenin Şaban ayının on beşinci gecesi olan Berat gecesi olduğunu söylemişlerdir. Buna dayanarak da Allah’ın o gecede kulların rızıklarını taksim, ecellerini tayin ve bir sonraki Şaban ayının on beşine kadar olacak tüm olayları takdir ettiğini, dolayısıyla bu gece yapılacak olan dua ve ibadetlerin mutlaka kabul edileceğini iddia etmişlerdir. Böylece Hz. Peygamber ve ashabının yapmadığı, bu geceye has bir takım ibadetler ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ o sûrede şöyle buyurmaktadır:

“Hâ Mîm. Andolsun o apaçık kitaba ki biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız. O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/1–5)

Görüldüğü gibi Allah, işlerin taksim edildiği gecenin Kur’an’ın indirildiği gece olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ın da Şaban ayının on beşinde değil; Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olduğu şu ayetlerde açıkça ifade edilmiştir:

“Ramazan ayı ki o ayda insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an indirilmiştir.” (Bakara, 2/185)

“ Muhakkak ki biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.” (Kadir, 97/1)

Âlimlerin büyük çoğunluğu da Duhân suresinde geçen “mübarek gece”nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Ebû Bekir İbnu’l-Arabî bu konuda şöyle demiştir:

“Bu ayette geçen mübarek gecenin Kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olurlar!” [İbnu’l-Arabî, a.g.e., c: 4, s: 1678]

Bir de Berat gecesi ile alakalı olarak halk arasında “Berat gecesi namaz”ı veya“Salâtu’l-Hayr” olarak bilinen bir namazdan söz edilir. 100 rekât olan bu namazın her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenmektedir. [Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 1986, s: 188.] “Kaynakların be¬lirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur.Gazzâlî, bu gece her rekâtında Fatiha’dan sonra on bir İhlâs okunmak suretiyle kılınacak yüz rekât veya her rekâtında Fatiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rekât namazın çok se¬vap olduğuna dair bir rivayet nakletti¬ği halde (İhyâ, 1/203), İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkî ile Nevevî bunun aslının olmadığını söyle¬mişlerdir. Bu namazın bir bid’at oldu¬ğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Kûtü’l-Kulûb ve İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiği¬ni söylemekte (el-Mecmû’, 4/56), Ali el-Kârî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının h. 400 (m. 1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir. Bu namazın ilk defa h. 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık ka¬zanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir.” [İhyâ, el-Mecmû ve el-Esrâru’l-Merfûa gibi kaynaklardan naklen: Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, c: 5, s: 475.]

3. Regâip ve Mirac Kandilleri

İkisi de Recep ayında kutlanan Regâip ve Mirac kandilleri ve bu gecelerin kutlanması gerektiğine dair öne sürülen şeylerin de herhangi bir delili bulunmamaktadır.

Özellikle tasavvufi eserlerde yer alan, Hz. Peygamber’in Regâip gecesinde ana rahmine düştüğü (!), Recep ayının ilk Perşembe günü oruç tutup gecesinde Regâip namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin “asılsız” olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir. [Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535]

Bir de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen Recep, Şa’ban ve Ramazan ayları hakkında rivayet edilen: “Recep Allah’ın ayıdır, Şa’ban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” sözü hakkında âlimlerin çoğu “bu uydurmadır” demiştir. Ayrıca yine Recep ayının fazileti hakkında: “Kim o ayda şu kadar namaz kılarsa ona şu kadar sevap verilir, kim o ayda istiğfar ederse ona şu kadar ecir verilir.” şeklinde hadis diye rivayet edilen sözlerin hepsi mübalağadır, hepsi âlimler tarafından tekzip edilmiştir. [Yusuf el-Kardâvî’nin Recep ayı ile ilgili bir fetvası] Özellikle Regâip gecesi ile ilgili olarak halk arasında meşhur olan Regâip namazıyla ilgili rivayeti, 1023 (h. 414) yılında vefat eden Ali b. Abdullah b. Cehdâm isimli Mekkeli sûfî bir zatın ihdas ettiği / ortaya çıkardığı kaynaklarda belirtilmektedir. [İsmail b. Ömer İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, trs., c: 12, s: 16; Bozkurt, “Kandil”, DİA, c. 24, s: 301; Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535] Yine kaynaklarda Regâip gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamaların hicri 5. yüzyılda (miladi 11. yy) ortaya çıktığına ve bu gecenin ilk defa hicri 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te, 480 (m. 1087) yılında da Bağdat’ta “kandil” olarak kutlanmaya başladığına dikkat çekilmektedir. [Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535]

“İslam âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Regâip kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesiriyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni ibadet ihdası anlamına geleceğini, Resul-i Ekrem tarafından genel olarak bidatlerin yasaklanmasının yanı sıra Cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını [Müslim, Sıyâm, 146 (1143)], bu sebeple Regâip günü ve gecesinde muayyen ibadetler yapmanın dinen sakıncalı olduğunu belirtmişlerdir.” [Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535]

Yalnız Recep ve Şa’bân ayları hakkında bir kaç söz söylenmesi gerekmektedir: Recep ayı “dört haram ay”dan bir tanesidir. Diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayların diğer aylara göre bir fazileti bulunmaktadır. Âlimler bu aylarda oruç tutmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Fakat Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ve ashab-ı kiram’dan “özellikle” bu ayda oruç tutmanın faziletine dair herhangi bir sahih rivayet nakledilmemiştir.

Şa’bân ayına gelince: Sahih rivayetlere göre Hz. Peygamber’in Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Şa’bân ayıdır. [Buhârî, Savm, 52; Müslim, Sıyâm, 176; Tirmizî, Savm 36; İbn Mâce, Sıyâm, 30] Sahabeden Üsâme b. Zeyd (ö. 54/674) şöyle bir hadis rivayet etmiştir:

“Resûlullâh, Şa’bân ayında tuttuğu oruç kadar hiçbir ayda oruç tutmamıştır. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Senin, Şa’bân ayında tuttuğun orucu başka bir ayda tuttuğunu görmedim” dedim. O da şöyle buyurdu:

“Şaban, Recep ile Ramazan arasında insanların gafil bulunduğu ve amellerin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a yükseldiği aydır. Ben de amelimin Allah Teala’ya oruçlu olduğum halde yükselmesini seviyorum.” [Nesâî, Sıyâm, 70]

O halde bu ayda oruç tutmanın Hz. Peygamber’in güzel bir sünneti olduğu rahatlıkla söylenebilir.

4. Mevlid Kandili

“Doğum yeri” ve “doğum zamanı” anlamına gelen Mevlid, Hz. Peygamber’in doğum günü kutlamalarına denildiği gibi aynı zamanda bu kutlamalarda okunmak üzere kaleme alınan eserlerin ortak adıdır. Hz. Peygamber, Ashâb-ı Kirâm, Emevî ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Mevlid kandili, ilk kez hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmıştır. [Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475]

Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış; fakat Mevlid kutlamaları başta olmak üzere bunlar Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232)tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır. [Özel, a.g.e., aynı yer] Fâtımîler dönemindeki kutlamalar daha çok devlet erkânı arasında olup resmi nitelikli iken Kökböri dönemindeki kutlamalara halkın da katılımı sağlanmış, büyük ziyafetler ve şölenler tertiplenerek adeta bir bayram havası estirilmiştir. Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında ise Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’ın bulunduğu belirtilmektedir. [A.g.e. s. 475-476. Ahmet Özel’in, tarihi kaynaklara dayandırarak naklettiği bilgilere göre Kökböri döneminde Mevlid kutlamaları için her yıl yaklaşık 300.000 dinar para harcanmakta idi. Bir dinar paranın 4,25 gr altına denk geldiği hesap edilirse Mevlid kutlamaları için sadece bir yılda 1 ton 275 kg altın gibi oldukça yüksek miktarlarda harcama yapıldığı anlaşılmaktadır.]

Hz. Peygamber’in doğum günü olan bu günün/gecenin birtakım ibadetlerle kutlanmasına yönelik herhangi bir delil mevcut değildir.

Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî ve Celâleddin es-Suyûti gibi bazı âlimler Hz. Peygamber’in dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğunu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” (güzel bid’ât) sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b.

Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise Mevlid kandili kutlamalarına “bid’at-i seyyie” (kötü bid’ât) gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır. [Özel, a.g.e., s. 477-478; Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s: 243-246]

Değerlendirme

Hz. Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hatta bir benzeri olmayan ve İslam’dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibadet kabul edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlara bid’at denilir.

Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Resûlullâh şöyle buyurmuştur:

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler/ortaya çıkarılanlardır.” [Müslim, Cuma, 43]

“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir” [Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7]

“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.” [Müslim, Cuma, 43; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6]

İmam Malik’in konuyla ilgili şu sözünü hatırlamakta da büyük fayda vardır:

“Kim, bu ümmet içerisinde (din adına) geçmişte olmayan bir şey ihdas ederse (ortaya çıkarırsa) bu kişi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından kendisine verilen risalet (elçilik) görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teala “…Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm…”(Mâide, 5/3) buyurmuştur. Bu yüzden, o gün din olmayan (dine dâhil olmayan) şey bugün de din olamaz!” [Ebû Muhammed İbn Hazm, el-İhkâm, fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-Hadîs, Kahire, 1984, c: 6, s: 225.]

Sonuç olarak şunlar söylenebilir:

Kur’an’da da sünnette de bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlandığı şekliyle kandil gecelerine işaret yoktur. Mübarek kabul edilen bu geceler, Hz. Peygamber ve ashabından çok sonra (en erken 350 yıl sonra!) Mısır ve Kudüs’te kutlanmaya başlamış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır.

Bu kutlamalar İslam’ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir. Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve bir “gelenek” haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren ‘kandil’ adını alan bu geceler Müslümanlar tarafından mirâciye, regâibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Neyin ibadet neyin gelenek olduğunun Müslümanlarca bilinmesi de elbette ki zaruridir.

—Alıntı Sonu—

“Medyum”-“Ruhsal Vazifeli”-“Kanal Sahibi”-“Tasavvuf” Safsataları Hakkında

Uzaylılar benimle iletişime geçti, bilmem kimin ruhu benimle konuştu diyen okültist kişilerin; insanları tevhidden uzaklaştırıp Yüce Allah’a şirk koşmaya davet eden keramet(!!!) sahibi tasavvuf sapkınlığı şeyhlerinin dostları İblis lanetullahi aleyh ve cinni şeytanlardır. Bu kişilerin dini de Satanizm’dir.

Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu saptırıcı kişilerin çoğunlukla Masonlukla bağlantıları mevcuttur (Zaten Masonluk Satanizm’in maşasıdır). Masonlar bunları maddi olarak destekler. Bu maddi destekler ile tarikatlar kurup, Yüce Allah’a isyanı, küfrü ve şirki toplumda yaygınlaştırmaya çalışır bu insi şeytanlar. (Bkz. Celaleddin Rumi, Bedri Ruhselman, Fethullah Gülen, Bülent Çorak, Mahmut Ustaosmanoğlu vb sapkınlar)

(NOT: Masonların devletler kurduklarını daha önce yazmıştım. Bakın burada da tarihi delilleriyle 1 saatlik bir video mevcut konu hakkında: “CUMHURİYETİ KURAN MASONLAR“)

Bu sapkın kişiler, ağızlarına Allah’ı, peygamberi, İslâm’ı alsalar dahi; esas amaçları liderleri İblis’in emirlerine uygun olarak insanları haktan saptırmak, insanları tevhidden uzaklaştırmak ve küfür ve şirkin karanlıklarına sokmaktır.

Bir blog’da yorum olarak gördüğüm ve tamamen katıldığım yazıyı aşağıda aktarıyorum.

—Alıntı Başlangıcı—

Medyumlara kendini tanrı, melek, uzaylı vb. şeklinde tanıtılanlar cin şeytanlarının ta kendileridir.


Tarihin en başından beri bu tür kandırmalarla tek tanrı inancını tahrif ederek çok tanrılı dinlere dönüştürdüler.


Mevlana gibi, Hallacı Mansur gibi, şimdiki medyumlar gibi daha nicesine ve onlara inananlara kendi uydurdukları inançları yerleştirdiler. İnsanları en başından beri O’ndan uzaklaştırmaktalar.

Onların bu operasyonlarına maruz kalan okültistler de kendilerini bilinmeyen gerçek bilgileri öğrenen ve her şeyin farkına varan kişiler sanıp bu uydurma inançlara ve onları uyduran şeytanlara hizmet etmişlerdir.

Spiritüalizmtasavvufpanenteizmvahdet-i vücudvahdet-i şühud inancına ve hatta doğrudan satanizmluciferizm inancına veya ateizm inancına inanıp İblis’in planlarına hizmet ettiler.

Nitekim İblis ve onun hizmetçisi olan insan şeytanları, birçok insanın aklının ucundan dahi geçmeyecek kirli planlarla son beş yüz yıldaki neredeyse bütün siyasi, sosyal, ekonomik olayları toplumların farkına varamayacağı şekilde büyük bir gizlilikle uyguladılar. Milyarlarca insanın hakkını yediler, milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular. Kendi planları gereği milyonlarca insanın uydurma ideolojilerin ve inançların peşinden gitmesine sebep oldular. İşte şu anda İblis ve insan şeytanları neredeyse bütün dünyayı yönetmektedir.

İşte bunların varlığını görebilmek bir yandan da ateizm ve materyalizm tuzağının yanlışlığını da gözler önüne seriyor.

-Hazar Karabey

—Alıntı Sonu—

Mucizeler

Necati Koçkesen Hoca’dan alıntıdır:

“BU DEPREMDE EN DİKKAT ÇEKEN VE İBRET ALINMASI GEREKEN ŞEYLERDEN BİRİSİ DE ŞUDUR

İki aylık, bir kaç aylık, bir, bir buçuk yaşındaki bebekler, çocuklar günler sonra enkaz altından çıkarılıyor.

Sûriye’de bir kadın enkaz altında doğum yapıyor ve ölüyor. Yeni doğmuş o çocuğa ulaşıldığında kordonu henüz annesine bağlı olarak bulunuyor ve annesi ölmüş olan çocuk canlı olarak enkazdan çıkarılıyor.

Düşünün, sık sık süt emmesi, bezlenmesi gereken bebekler dört gün, beş gün enkazın altında nasıl yaşadı? Onları kim besleyip bezledi?

Bu soruya verilebilecek tek cevap vardır o da ALLAH’tır. Allah’tan başka kimin buna gücü yetebilir?

İşte size bunu ispatlayan bir örnek:

Küçük bir kız çocuğu enkazdan çıkarılıyor. Ona müdâhale eden bir hemşire, “sana ne vereyim, çikolata mı istersin su mu?” diye soruyor. Çocuğun verdiği cevap müthiş:

“Ben aç değilim ki. Çok güzel bir abla geldi, bana yemek verdi, su verdi, benimle oynadı. Korkma, kurtulacaksın, dedi. Siz gelmeden az önce de gitti.”

Bu olay bize Hz Meryem’i hatırlattı. Hani Zekeriya aleyhisselam onun yanına her girdiğinde bir rızık buluyor ve şaşırıyordu. “Yâ Meryem, bunlar sana nereden geliyor? dediğinde de o; “Allah katından” diyordu. (Âl-i İmran; 37)

Evet, Allah yaşatmak istediklerini çeşitli şekillerde yedirir, içirir ve korur.

İbret alın ey akıl sâhipleri.

Allah’a kuvvetli bir iman ile iman edin. Allah’ın istediği gibi bir hayat sürerek yalnız ona tevekkül edin ki sıkıştığınız zaman Allah’ın yardımına mazhar olasınız.

— Alıntı Sonu —

“Bela ve Musibetlerden Ders Çıkarıyor Muyuz?”

Necati Koçkesen Hoca’dan alıntıdır:


BELÂ VE MUSÎBETLERDEN DERS ÇIKARIYOR MUYUZ?

Şu unutulmasın ki, yer yüzünde veya kâinatın tümünde iyi veya kötü ne oluyorsa hepsi de Allah’ın ilmi dairesinde ve O’nun izniyle olmaktadır. Allah’ın bilgisi ve izin vermesi dışında hiçbir şey olmamaktadır. Kâinatı yaratan ve ona nizam veren Allah olduğuna göre, yarattığı şeyleri en ince noktalarına kadar en iyi şekilde bilecek olan da elbette O’dur. Aşağıdaki âyetler bunu en güzel anlatan âyetlerdendir:

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِؕ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍ

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm; 59)

Yukarıdaki âyetin bir benzeri de şu âyettir:

“İster kıtlık, kuraklık, deprem gibi yeryüzünde meydana gelen bir musîbet olsun, ister hastalık, açlık, ölüm gibi kendi canlarınızda, onu daha biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.”  (Hadid /22)

Düşünün ki, herhangi bir şey îcad eden bir kimse onun kullanım kılavuzunu da hazırlamakta, o şeyi çalıştırırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de yazmaktadır. Yine arızalandıkları takdirde nelere dikkat edilmesi gerektiğini de belirtirler. Herhangi bir makinayı îcad eden kimse onun programını da yazarken her şeyi yoktan vâreden Allah yarattığı şeyin programını yapmamış mıdır? Kâinat daha yaratılmadan ilerde olacak şeyleri levhi mahfuza kaydeden Allah elbette başımıza gelecek olan iyi kötü ne varsa hepsini de bilmekte ve onların olmasına izin vermektedir. İsterseniz şu âyeti bir okuyalım:

مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

“Başa gelen her musîbet, ancak Allah’ın izin vermesiyledir. Kim içten ve şuurlu olarak Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini doğruya ve gerçeği idrake açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Teğabün; 11)

Allah azze ve cell hiçbir şeyi sebepsiz yaratmaz. Her yarattığı şeyin (biz bilelim, bilmeyelim) mutlaka bir sebebi ve hikmeti vardır. Unutmayalım ki başımıza gelen her musibet kendi kusurlarımızdan ve günahlarımızdan dolayıdır. Bizler Allah’ın emir ve yasaklarına aldırış etmez, birçok noktada O’nun yasaklarına fütursuzca isyan edersek elbet O da bizi cezalandıracaktır. Şu âyet bunu en güzel şekilde beyân etmektedir:

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ

Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor.” (Şûrâ;  30)

Görüldüğü gibi bu âyet, başımıza gelen her musibetin “kendi ellerimizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzünden” olduğunu beyan ediyor. Bu demek oluyor ki, kendi irâdemizle yaptığımız isyanlar, işlediğimiz günahlar yüzünden çeşitli şekillerde cezalandırılıyoruz. Bir devlet düşünün ki, vatandaşları için bazı kurallar koymakta, vatandaşları o kurallara uymadıkları, hiçe saydıkları zaman onları değişik şekillerde cezalandırmaktadır. Kaldı ki onları yaratan, yaşatan ve rızık veren de o değil. Peki insan ve cinleri yaratan, yaşatan ve onlara rızıklarını ayıran Allah onlar için çeşitli hükümler koyduğunda kulları o hükümlere isyan ettiklerinde onları cezalandırmaz mı? Elbette cezalandırabilir.

Eğer kullar Allah’ın hükümlerine boyun eğip küfür, şirk ve haramlardan kaçınsalardı Allah onları cezalandırmaz tam tersine onlara rızkını ve bereketini arttırırdı. Onları kendi âfetlerinden koruduğu gibi düşmanlarının onlara tahakküm kurmalarına da müsaade etmez, mûtî kullarını düşmanlarına karşı da korurdu. Bundan dolayı aşağıdaki âyeti tefekkür ede ede okumalıyız.

وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“O ülkelerin insanları îmân etseler ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” (A’raf: 96)

Evet, kimi Allah’ı, Allah’ın âyetlerini yalanladı kimi yalanlamadı ise de onları ya görmezden geldi veya nefislerinin hevâ ve heveslerine uyarak rablerinin emirlerine isyan ettiler. İşlemeyin dediği birçok haramları işlediler, yapın dediği birçok emirlerini de yapmadılar. Allah onları peygamberlerinin veya kitaplarının dili ile,“Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler?” (A’raf: 97) diye uyarmasına rağmen Allah’ın gazabından eminmiş gibi haramları işlemeye, kendi nefislerine ve diğer insanlara zulmetmeye devam ettiler. Zannettiler ki Allah onları görmüyor, yaptıklarını bilmiyor. Zannettiler ki yaptıkları yanlarına kâr olarak kalacak. Oysa Allah onları sık sık uyarıyor ve diyordu ki:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ

“Aranızdan yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah, cezası çok çetin olandır.” (Enfal; 25)

Bu âyet bize ne anlatıyor? Neden belâ ve musibetler sâdece zulmedenlere değil de oradaki iyilere de isâbet ediyor? Çünkü onlar da orada işlenen günahkarları uyarmadılar. Akrabalarımı küstürürüm, komşularımı gücendiririm, zulme uğrarım, hapsedilirim diye sustular. Kendileri toplumun işlediği günahları işlemeseler bile onlara karşı sessiz kaldılar, onlarla oturup kalkmaya, yiyip içmeye devam ettiler. Allah da öyle bir toplumu cezalandırmak istediği zaman iyi kötü ayırmadan hepsini cezalandırır. Nitekim bu konudaki bir rivayet de şöyledir:

“Günahlar açıktan işlenince, iyi kötü herkes genel bir azaba maruz kalır.” [Taberânî]

Bir başka rivayette de şöyle buyrulmaktadır:

“Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler.” (Buhari)

Allah Rasûlü böyle buyurunca Hz. Aişe şöyle demiştir:

“Ey Allah’ın Resûlü! İçimizde sâlihler bulunduğu hâlde biz helâk edilir miyiz?”

Bu soruya efendimiz (s.a.s) şöyle cevap vermiştir:

“Fısk ve fücûr (günahlar, haramlar, sapkınlıklar) çoğaldığı vakit, evet!” (Buhârî)

Diyelim ki işlediklerimiz günahlar yüzünden cezalandırıldık, ondan sonra ne yapacağız?

Yapılması gereken şudur: Her şeyin Allah’ın ilmi ve izin vermesi neticesinde olduğunu kabul ederek isyan etmeyip teslimiyet göstereceğiz ve şöyle diyeceğiz:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ

“Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na döneceğiz.”  (Bakara / 156)

Daha sonra hayatımızı bir gözden geçirip o güne kadar ne kadar günah işlemişsek film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirip hepsi için Allah’a tevbe edeceğiz ve Allah’tan bağışlamasını dileyecek bir daha aynı günahlara, hata ve isyanlara düşmemek için gayret sarf edeceğiz. Sonra da aşağıdaki hadiste belirtildiği gibi söyleyeceğiz:

“Biz Allah’a aidiz ve biz O’na döneceğiz. Allah’ım! Başıma gelen musibetin veya acının mükâfatını senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir, desin.” (Ebu Davud; Müslim)

Şâyet günahlarımızdan af diler yine Allah’a rucû ederek Allah’tan yardım dilersek Allah o belâ ve musibetleri üzerimizden kaldırır ve sabrettiğimizden dolayı da bizleri affederek o belâ ve musibetleri günahlarımıza keffâret sayar.Nitekim bir rivâyette de şöyle buyrulmuştur:

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Peki, bizler belâ ve musibetlerden dersler çıkarıyor muyuz? İbret alıyor muyuz? Bu belâ ve musibetlerin neden gelmiş olabileceğini kendi kendimize veya toplumca soruyor muyuz? “Allah’tan geldi ne yapalım?” diyerek teslimiyet gösteriyormuşuz gibi yapıp hâlimizi hiç düzeltmezsek, aynı tas aynı hamam misali günahları işlemeye devam edersek Allah tekrar belâ ve musibet vermez mi?

Toplumumuzda maalesef her türlü günah açıktan işlenir hâle geldi. Fâiz alıp vermek olağan oldu. Kişi kazandığının nereden geldiğine hiç bakmaz oldu. Haram helal tanınmaz, “gelsin de nereden gelirse gelsin”, denilir oldu. Kul hakları çiğnenir, zinâ açıktan işlenir oldu. Emri bil maruf, nehyi anil münker yapacak olanlar ya çok azaldı ya da hiç kalmadı. İşte tam da bu durumda iken büyük bir deprem yaşadık. Ülkenin beşte birini kaplayan, binlerce evin ve iş yerinin yıkılmasına, binlerce kimsenin enkaz altında kalarak ölmesine, on binlerce kimsenin yaralanmasına, malının mülkünün yok olmasına sebep oldu. Peki bu deprem orada bu depremi yaşayanlar için ve bütün olanlara şâhit olan bizler için bir ibret olacak mı? Dünyanın geçici olduğunu, yıllarca çalıştığımız ve edindiğimiz malların mülklerin bir dakika içinde yok olabileceğini, zenginken fâkir hâle düşebileceğimizi idrak edebildik mi? Edebilecek miyiz? Eğer edebilmişsek ne âlâ. Yok yaralar sarılınca eski hayatımıza dönecek, günahlara, küfre, şirke, isyanlara kaldığımız yerden devam edeceksek bilelim ki daha başımıza çok daha büyük belâ ve musibetler gelecektir.

Öyleyse, aklımızı başımıza devşirelim ve kendimize gelelim. Şirk ve küfürden uzak duralım, günahları işlemekten kaçınalım. Allah’a lâyık bir kul olarak Allah’ın istediği gibi bir hayat sürelim ve Allah’ın huzuruna Allah’ın râzı olacağı bir şekilde varalım. Belâ ve musibetlerden ders çıkararak Rabbine ilticâ ederek Rabbinden af dileyip Rabbinin istediği gibi bir hayat sürenlere ne mutlu.

— Alıntı Sonu —

Deprem (Video İçerir)

Başınıza gelen her musibet, ellerinizle kazandığınız günahlar sebebiyledir. Hem Allah çoğunu da affeder. “

(42/Şûra,30)

“İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) sebebiyle, karada ve denizde bozgunculuk baş gösterdi. Belki (İslam’a) dönerler diye (Allah), yaptıklarının (cezasının) bir kısmını onlara tattırmaktadır.”

(30/Rûm,41)

“İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda, onunla sevinip (şımarırlar). Elleriyle (yapıp) takdim ettikleri nedeniyle başlarına bir musibet geldiğindeyse, hemen ümitsizliğe kapılırlar.” 

(30/Rûm, 36)

Allah’ın izni olmadan hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a iman ederse, (Allah) onun kalbini hidayet eder. Allah, her şeyi bilendir.

(64/Teğabun,11)

Yeryüzünde veya nefislerinizde meydana gelen her musibet, onu yaratmadan önce mutlaka bir Kitap’ta yazılıdır. Şüphesiz ki bu, Allah’a kolaydır.”

(57/Hadîd,22)

Yüce Allah’a çokça istiğfar etme zamanı. Şirkten, mâsiyetten tevbe edip, tevhid ile Allah subhanehu ve teâlâ’ya yüzümüzü dönme zamanı.

Bu depremde HAARP silahının kullanıldığını düşünüyor muyum? Evet, düşünüyorum. Çünkü depremin zamanı, deprem sonrası yaşananlar bunda dünyayı yöneten satanist çete Kabal’ın parmağının olduğuna işaret ediyor.

Deprem seçimlerden birkaç ay önce gerçekleşti. Deprem sonrası izlediğim Kabal kuklası yabancı medyada (BBC) mevcut yönetime karşı halkın (haklı) tepkisi bolca gösteriliyor. Belli ki, Kabal 20 yıldır halkın giderek tepkisinin (haklı bir şekilde) arttığı mevcut yönetimi değiştirme; yerine yine kendilerine kuklalık edecek yeni bir yönetimi getirme planları peşinde.

Dünya üzerindeki her demokratik(!!!) ülkenin seçimlerine; hem psikolojik, hem sosyolojik, hem teknolojik yöntemlerle Kabal’ın müdahale etmiş olduğu; gerekirse doğrudan oy sayılarına müdahale ederek (bkz. ABD Trump-Biden seçimi) kendilerine daha iyi kuklalık yapacak kişileri BAŞA GETİRDİKLERİ bir gerçek.

TC’deki seçimden sadece bir kaç ay önce böyle bir felâketi HAARP aracılığıyla tetikleyerek, ardından da mevcut yönetime duyulan toplumsal ve haklı öfkeyi bolca medyalarında yansıtmaları; önümüzdeki seçimde mevcut yönetimin gideceğinin ve yeni bir Kabal kuklası yönetimin geleceğinin açık işaretidir.

“Dost ve müttefik”(!!!) kâfir ABD ise Kabal’ın baş elemanlarından, satanist-pedofil George Bush‘un adını taşıyan uçak gemisi ile yardım gönderiyormuş! Millenium Challenge 2002 tatbikatında seneler önce ortaya koydukları planı gerçekleştirmek için bir adım gibi görünüyor bu bana. 1959 yılında ABD ile imzalanan anlaşma ile gerektiğinde TC’yi işgal etmeleri için kapı sonuna kadar açık bırakılmış ne de olsa.

İblis lanetullahi aleyh’i ilah edinmiş Rockefeller, Rothschild ve diğer satanist aileler tuzaklarını kuruyorlar. Ancak duam odur ki tuzak kuranların en hayırlısı olan Rabbim Allah Teâlâ bu satanistlerin oyunları vesilesiyle bu topraklara pak şeriatını hâkim kılsın. Allahumme amin. Allahumme amin.

Tağut Nedir? (Sokak Röportajı İçerir)

Rabbimizin Kur’an’da 8 yerde bizlere bildirdiği, inkâr etmemizi emrettiği ve inkâr etmedikçe İslâm’a giremeyeceğimizi bildirdiği “tağut” nedir?

Video’daki diyanet imamının (Belam’ının) söylediği gibi “boşvermeyin”.

Ahiretteki ebedi hayatınızı riske atmamak için okuyun, araştırın, öğrenin.

Yüce Allah’ın dininin olmazsa olmaz ilk şartı tevhid’dir. Tevhid’in ilk şartı ise tağutun inkârıdır. Tağutun kim ve ney olduğunu öğrenin ki, kimi inkâr edince İslâm dinine gerçekten gireceğinizi bilin.

“Her kim (reddetmek, tekfir etmek, teberrî etmek suretiyle) tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse kopması olmayan sapasağlam kulp (olan Kelime-i Tevhid’e) tutunmuş (ve İslam dinine girmiş) olur.”

(2/Bakara, 256)

“Andolsun ki biz her ümmet arasında: “Allah’a ibadet/kulluk edin ve tağuttan kaçının.” (diye tebliğ etmesi için) resûl göndermişizdir.”

(16/Nahl, 36)

“Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Kullarımı müjdele.”

(39/Zümer, 17)

“Milliyetçilik Zehirdir, Panzehiri ise İslâm’dır” (Makale ve Video İçerir)

Çok güzel hazırlanmış bir araştırma yazısına ve videoya denk geldim, paylaşmak istedim. Makale ve videonun linkleri yazının sonunda.

“Milliyetçilik” bâtıl bir ideoloji olup, İslâm’a aykırıdır. “Milliyetçilik”, dünyayı yöneten satanist çete Kabal’ın toplumları bölüp parçalayarak, savaşlar çıkarmasına ve kurmuş olduğu sömürü düzenini devam ettirmesine imkân sağlayan, fikir babası İblis lanetullahi aleyh olan bir cahiliye akımıdır.

TC’nin kuruluş yıllarında yoğun bir şekilde propagandası yapılmış olan “milliyetçilik” bâtıl bir ideolojidir. “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözü de bu günlerden kalmış milliyetçi/ırkçı ideolojiyi empoze etmeye yönelik bir sözdür.

Yüce Allah’ın katında insanların milletlerinin, ırklarının hiçbir öneminin olmadığı kutsal kitabımızda belirtilmektedir. Allah (cc) katında insanları ayıran tek konu, ırkları/milletleri değil; mümin mi inkârcı mı olduklarıdır.

“Ey insanlar! Sizleri tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve o ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip (yeryüzünde) yayan Rabbinizden korkup sakının.”

4/Nisâ,1

“Ey insanlar! Şüphesiz ki sizleri bir erkek ve dişiden yarattık. Karşılıklı olarak tanışıp kaynaşmanız için sizleri halklara ve kabilelere ayırdık. Gerçek şu ki Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz ki Allah, (her şeyi bilen) Alîm, (her şeyden haberdar olan) Habîr’dir.”

49/Hucurat,13

Kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerim, milliyetçiliğin beslendiği ana kaynak olan üstün ırk anlayışını; soydan gelen ve irs yoluyla kazanılan ayrıcalıklı haklara sahip olma düşüncesini temelden reddetmiştir.

İnsanları milletlere, ırklara göre ayırıp; kiminin kiminden daha üstün olduğunu söylemek, bu söylemlerle bu kavimler arasında kin ve düşmanlık  tohumları serpmek ve savaşların çıkmasını kışkırtmak; dünyayı yönetmekte olan hâkim güçlerin dünyayı diledikleri gibi kontrol altında tutmak adına çıkarmış ve empoze etmiş oldukları bir ideolojidir. Tarihsel kaynakların açıkça ortaya koymuş olduğu üzere, küresel güçlerin “böl-parçala-yönet” stratejilerine uygun olarak “ulus devletçilik” anlayışı ortaya çıkmış olup günümüz dünyasında da hâkim olan bir ideolojidir.

İslâm’a göre, milliyetçilik-ırkçılık ideolojileri; şeytanın, kendisinin ateşten yaratılmış olduğunu öne sürerek, daha düşük gördüğü bir madde olan topraktan yaratılmış insana secde etme emrini yerine getirmemesi ve bu şekilde Allah’a karşı isyankâr olması ile aynı mahiyettedir (Kur’an’ı Kerim, Sâd Suresi, 74-75-76. Ayetler).

“İblis hariç… O büyüklendi ve kâfirlerden oldu. Buyurdu ki: “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibre mi kapıldın yoksa yüksekte olanlardan olup (tepeden mi bakmaya başladın)? Dedi ki: “Ben, ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”

38/Sâd, 74-75-76

Nitekim yüzyıllardır topluma empoze edilmiş bu düşünce sebebi ile, dünya üzerinde kendilerini diğer ırklardan/milletlerden üstün gören milletler, dünyanın belli coğrafyalarına hep zulüm götürmüş ve sömürmüştür.

“Milliyetçilik” TC’nin kuruluşunun temelindeki ideolojilerden biri olup, hâlen de bu devletin dört elle sarılmakta olduğu bir ideolojidir. Yüce Allah’ın dininde ise milliyetçiliğin yeri yoktur. O ZAMAN, KENDİNİ MÜSLİM OLARAK NİTELEYEN HER ŞAHSIN, BU BÂTIL, BU CAHİLÎ VE BU ŞEYTANİ FİKİRDEN ARINMASI, TEMİZLENMESİ GEREKMEKTEDİR.

Bu girişin ardından, Muş Alparslan Üniversitesi’nden araştırmacı Dr. Abdulkerim Bingöl’ün “Kur’an’ın Milliyetçiliğe Yaklaşımı” adlı çalışmasını okumanızı önemle öneriyorum. Çok güzel bir çalışma yapmış, çok açık, anlaşılır ve kafa karıştırmayan şekilde konuyu delilleriyle ifade etmiş.

MAKALENİN LİNKİ: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/325155

KONU HAKKINDA 10 DAKİKALIK VE GÜZEL HAZIRLANMIŞ VIDEO: